Arkeolojik bulgular, Doğu Polinezya'dan gelen ve Maorilerin atalarını oluşturan ilk toplulukların 800 dolaylarında ya da daha da eski bir tarihte bu topraklara yerleşmeye başladıklarını göstermektedir. 18. yüzyılda 100 bin – 200 bin arasında olduğu tahmin edilen Maori nüfusunun büyük bölümü, Polinezya kültürünün özellikle savaş sanatı, kano yapımı, yapı işleri, dokumacılık ve tarım alanlarında en üst seviyeye ulaştığı Kuzey kesiminde yaşıyordu.
Bölgedeki adalara ilk ulaşan Avrupalı, Kasım 1642'de Westland kıyısını gören Hollandalı denizci Abel Janszoon Tasman oldu. Tasman'ın güney adasının keşif için karaya çıkma girişimi, bir Maori kabilesiyle çatışmaya yol açtı. Uzun süre denizcilerin uğramadığı bölgeye ikinci seferi 1769-70 yıllarında düzenleyen İngiliz kaşif James Cook, iki büyük adanın çevresini dolaşarak doğruya yakın bir harita çıkardı. Bu seferde bazı kanlı olaylar yaşanmasına rağmen, sonraki yolculuklar ve girişimler Maorilerle barışçı ve uyumlu ilişkiler kurulmasını sağladı.
Yeni Zelanda adı verilen adalara Avrupalıların yerleşmesi, Avustralya'dan yürütülen balina avcılığının ve öteki ticari etkinliklerin bir sonucu olarak başladı. Balina avcılarının gereksinimlerini karşılayan tüccarlar, Maorilerle de ticari ilişkilere girdiler. Bu yoldan sağlanan silahlar, kabileler arasında çatışmalara yol açarak bazı bölgelerin boşalması sonucunu doğurdu. Boşalan bölgelerde oluşturulan koloniler, tüccarların ve ardından misyonerlerin iç kesimlere sızmasına elverişli bir ortam hazırladı. 19. yüzyılda Maorilerin geleneksel yaşam biçimleri sarsılmaya başladı.
İngiliz Hükümetinin 1839'da Yeni Güney Galler Kolonisi'nin bir parçası olarak Yeni Zelanda'yı ilhak etme kararı almasından sonra, bunu sağlamak amacıyla gönderilen William Hobson, 1840 yılında Maori şefleriyle Waitangi Antlaşmasını imzalamayı başardı. Maori kabileleri bu anlaşma ile İngiliz egemenliğini kabul ettiler. Ertesi yıl, Yeni Zelanda, merkezi Auckland olmak üzere ayrı bir koloni olarak doğrudan tahta bağlandı ve Hobson koloninin valiliğine getirildi. Yeni Zelanda'nın, İngiliz himayesine girmesiyle birlikte, ülkede dil, kültür, hukuk, ekonomi ve yaşam koşulları da İngiliz standartları ile yeniden yapılandırıldı. 1840 ile 1860 yılları arasında İngiltere, İskoçya, İrlanda ve Çin'den yaklaşık 40000 civarında göçmen Yeni Zelanda'ya geldi. 1850'li yıllarda Yeni Zelanda nüfusunun büyük kısmını İngilizler oluşturmaktaydı ve ülkenin yerli halkı olan Maorilerin sayısı azalmıştı. Avrupalılar, özellikle de Britanya'dan gelen göçmenler yavaş yavaş ülkenin yerli halkı haline gelmeye başladılar.
19. yüzyıl sonlarından başlayarak Kanada ve Avustralya ile birlikte Britanya İmparatorluğu içinde ayrıcalıklı bir konum taşıyan Yeni Zelanda, iç işlerinde geniş bir özerklikten yararlanmanın yanı sıra, imparatorluğun dış politikasında da belirli ölçüde söz sahibi olma mücadelesine girdi. İngiliz hükümeti 1907 yılında Yeni Zelanda'ya imparatorluk bünyesinde dominyon statüsü verdi. Bu arada aradan geçen zaman ve ülkeye iyice yerleşen İngiliz kültürü ile Yeni Zelanda nüfusu büyük oranda göçmen özelliğini yitirmeye başladı. Böylece, yeni bir Yeni Zelanda kimliği biçimlenmeye başladı. Savaş sonrası dönem dış ilişkiler alanında da önemli değişiklikler meydana getirdi. Bağımsız bir delegasyonla 1919'daki Paris Barış Konferansına katılarak Versailles Antlaşmasını imzalaması, Yeni Zelanda'ya Milletler Cemiyeti'nin kurucu bir üyesi olarak egemen bir devlet statüsü kazandırdı. Bağımsızlık konusu ise fiilen ancak 1947 yılında sonuca ulaştı.